18 Nisan 2009 Cumartesi

William Shakespeare

66.Sone
Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inançların en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kız oğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken bozulmuş mertlik,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e,
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız koymak var, o koyuyor adama.

26 Mart 2009 Perşembe

Bir coşku var içimde bu gün kıpır kıpır

Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum

Gözlerim parke parke taş duvarlarda

Açılıyor hayal pencerelerim

Hafif bir rüzgar gibi süzülüyorum

Kekik kokulu koyaklardan aşarak

Güvercinler ülkesinde dolaşıyor

Bir çeşme başı arıyorum

Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp

Mis gibi nane kokuları arasında

Ruhumu dinlemek istiyorum

Zikre dalmış her şey

Güne gülümserken papatyalar

Dualar gibi yükselir ümitlerim

Güneşle kol kola kırlarda koşarak

Siz peygamber çiçekleri toplarken

Ben çeşme başında uzanmak istiyorum

Huzur dolu içimde

Ben sonsuzluğu düşünüyorum

Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum

Durun kapanmayın pencerelerim

Güneşimi kapatmayın

Beton çok soğuk, üşüyorum..

Muhsin YAZICIOĞLU,MAMAK CEZAEVİ

22 Mart 2009 Pazar



1352 parça, 450 bağlantı zinciri, nikel ve gümüş silindirler, mükemmel ve hassas uyum. Ve bu karmaşanın tam ortasında izlerken keyif veren çalışan bir saat.Fiyat biraz uçuk yalnız 600.000 tl kadar.


Bu resimde bir sürü ünlü var bakın bakalım hangisi nerde?

9 Mart 2009 Pazartesi



işte o küçücük şey...Annemiz,babamız,sevdiklerimiz ve kendimizin yaşadığı küçücük bir nokta,işte orası bizim dünyamız...Dünyanın en uzaktan çekilmiş olan fotoğrafı...Boşluğa gönderilen bir uzay sondasının kameralarının çevrilip mavi dünyamızın fotoğraflarının çekilmesi ve radyo frekanslarıyla geri gönderilmesi bize gösterir,yaradanın büyüklüğünü...

20 Ocak 2009 Salı

Cehennem marka palto

geceleri vitrinler okunur önce
orda her harf diridir, kanlıdır her alfabe
kışların kapattığı yolları küreyenler
yaşlı aslanların kürkleriyle irkilir.


parmaklarını kırıp, kalbiyle saymayanlar
kurumuş elleriyle iterlerken güneşi
salıverir bir deli, sırtındaki çuvaldan
harcın içinde demir, baharın içinde kar.


hem ağaçlar kaybedince yapraklarını
indirmeye kalkarlar omuzlarındaki yükü
piramide taş taşıyan o/kullar...
not et; not etsen de unutacaksın çünkü.


tırnaklarını boya yüzümü yırtmadan önce
kalbini gerdir, yüzünde kırışık yok
bırak tarih sarılsın yaralarına
tarih, kolu kopuk heykelleriyle.

markası ne bu saatin
kimin haklı olduğunun ne önemi var
çocuk kalpleri yiyen bir itin
petrol lambasında yüzü parıldar
markası ne bu otobüsün
bir çakal gibi çekiştiren yolları
ya bu kravatın markası
bu en güzel sıkan boğazı
bu ıslığın markası ne
markası ne bu öpücüğün
bu çiçekler hangi seradan
hangi kanalda yüzdürülecek
çelenk isteyen bir müntehirin
belçika browning'le yaptığı düğün

sümüklüböceklerin girmediği kalplerin
gürültüsüyle korkut onları
onlar çentik attıkça kabzalarına
ruhlarına düşsün kurbanlarının ruhu


havalansın ne kadar karga varsa dünyada
ziftli kanatlarıyla karartsınlar semayı
haydi, şimdi tam sırası çocuklar
düşürün bu geceyi -hatırlayarak-
kış ağaçlarından kesilen sapanları.

kalbini gerdir, buruşuk kalbini
kalbinin sesini harflere yasla
her fırtına öncesi okuduğun kitapla
yeniden buluşmanın o fırtınası
alıp seni götürsün kaldığın yere
kaldığın yeri ürpererek aç
bir kurdele koyduğun arasına beklerken
bir kurdele ayıran hayat ile ölümü
bir kılabilir el bastığın kitap.


kaldığın yeri ürpererek aç
bir satır insanı doğrayabilir
z'den başla, yırt alfabeni
güneş gözlüklerini caddeye fırlat
güneşi çıplak gözle
seyretmeliyiz şimdi.

madem ağın yok sırtlanlar için
buzlu ruhlara fare kapanları sat
gözleme deliği karardı; sor, kim?
seni seyrediyor açlar!


herkes karşılayacak
şehre geldiğinde o
aramada üzerinden çıkacak
bir ölüden arta kalan ilaçlar
seni ele verecek cehennem marka palto.

A.Ali Ural

13 Ocak 2009 Salı

İnce bir insalık tanımı

Kelimelerin anlattığı kadarım.
Ne anlatırsam anlatayım, anladığın kadarım..."

Hekimliğe dair...

Tıp kelimesi sözlüklerde 'hastalıkları iyileştirme, onların sebep ve sonuçlarını araştırma ilmi, hekimlik' olarak tanımlanıyor.
Buna göre tıp bir bilim alanının adıdır ve daha ziyade hastalanan bünyeyi sağaltmayla alakadardır. Öte yandan kainatı kuşatan en ince sanat eserlerinin (canlı bünye) yine en ince verileri (yapısal özellik) üzerinde çalışmak açısından da bir sanat alanıdır. Yani sağlıklı bir bünyenin sağlıkla devamını sağlamak başlı başına bir sanat sayılır. Çünkü hastalanan bir bünyenin sağlığa kavuşturulmasından daha önemlisi, onu hiç hastalandırmayacak şekilde muhafaza edebilmektir.

Modern tıp işin bilim kısmıyla alakadardır. Oysa eski tıp kitapları sağlığın korunmasına öncelik vermişlerdi. Çünkü bedene isabet edecek bir ok veya kurşun yarasını iyileştirmekten daha önemlisi, ok veya kurşuna hedef olmayacak tedbirleri almaktır. İşte bu noktada, bütün varlığın sırlarını keşfedebilmek önemli sayılır. Eskilerin 'akakir' dedikleri eczacılık ilminde bitkilerin özelliklerini bilmek ne derece önemli idiyse kainat kitabını doğru okumak da o derece önemliydi. Bu yüzden eski tıp kitaplarının ilk bölümleri, kozmik olayların hastalıklarla irtibatı, sağlıklı beslenmenin doğru yolları, mineraller dünyası, bedenin tanınması ve -bütün bunlara rağmen eğer var ise- hastalığın teşhisi gibi konulara ayrılır ve bu genel bilgiler, sıradan insanların da irfanî kültürleri arasına katıştırılırdı. Eski tıbbın bu irfanî alanı, yaygın olarak bilinen ahlat-ı erbaa teorisi çevresinde gelişmiştir.

Ahlat-ı Erbaa, "bir şey ile karışan dört sıvı, dört hılt, dört halt" demek olup bedendeki sağlık dengesini düzenleyen "kan, balgam, safra ve sevda"dan oluşur. Buna seyyâlât-ı erbaa (dört akışkanlar) denildiği de vakidir. Her bir hılt insan vücudunda uzvi vazifeler görmektedir. Vazifelerini yaptıkları müddetçe kişinin mizacı dengelenip sağlıklı hali sürer. Ancak herhangi birinin diğeri üzerine galip gelmesi halinde emraz-ı cismaniye (hastalık) baş gösterir.

Geçen yüzyılın başlarına kadar pedagoji ve psikoloji ilimleri başta olmak üzere tıbbın bütün alanlarında, hastalığın teşhis ve tedavi usullerinin tespitinde ahlat-ı erbaa göz önünde tutulurmuş. O kadar ki şairler, her bir hıltın özelliklerini mazmunlar halinde kullanmışlardır. Ahlat-ı Erbaa hakkında en öne çıkan bilgiler şöyle sıralanabilir:

Kan: Dört unsurdan havayı ilgilendirir. Yeri karaciğerdir. Sıcak ve rutubetlidir. Rengi bulanır, kokusu bozulursa hastalıklı sayılır. Yağlı, tatlı ve kan yapıcı gıdalar çok yenildiğinde bünyede kan dengesi yükselir ve şiddetli baş ağrısı, tembellik, sersemlik kendini gösterir. Bu durumda ekşi meyve suları ve sirke gibi soğuk ve kuru tabiatlı gıdalar mücerreptir.

Balgam: Dört unsurdan suyu ilgilendirir. Yeri akciğerdir. Soğuk ve rutubetlidir. İştahsızlık, hazımsızlık, unutkanlık, sindirim yetmezliği, beniz sararması gibi hallerle kendini gösterir. Bu durumda bal, zencefil, mısır, karabiber gibi sıcak ve kuru tabiatlı gıdalar mücerreptir.

Safra: Dört unsurdan ateşi ilgilendirir. Yeri safra kesesidir. Sıcak ve kurudur. Safra dengesi arttığında gözlerde ve bünyede sararmalar olur, damak kurur. İnsanın içini huzursuzluk kaplar. Bu durumda şeker, arpa, salatalık, karpuz gibi soğuk ve rutubetli gıdalar mücerreptir.

Sevda: Dört unsurdan toprağı ilgilendirir. Yeri kalp ve dalaktır. Kuru ve soğuktur. Sevda bedensel bir rahatsızlıktan ziyade zihinsel ve ruhsal bir aşkınlık halidir. Mercimek, sığır eti, patlıcan, mısır, fasulye gibi kanın yanmasına yol açacak gıdalar sevdayı tetikler. Bedende durgunluk, uykusuzluk, vesvese, melankoli, düşünce bozukluğu gibi sapmalar başlar. Üzüm, zerdali, nergis, şeker kamışı, taze incir, kavun gibi sıcak ve rutubetli gıdalar mücerreptir.

Eskiler ahlat-ı erbaanın insan bedenindeki tezahürünü renk ile de ölçmüş ve bedendeki karalığı sevdaya, aklığı balgama, kızıllığı kana, sarılığı da safrana bağlamışlardır. Dikkat edilirse her hıltın mizacında sıcak veya soğuk, kuru veya rutubetli bir yapı mevcuttur ve bunların artması hastalığı getirmekte, tedavisi de ancak onun zıddı tabiat içeren bitkilerle olabilmektedir. Eskiler ısınanı soğutmuş, soğuyanı ısıtmış; kuruyanı rutubetlendirmekle, rutubetleneni de kurutarak tedavi uygulamışlar. Başarılı da olmuşlar üstelik. Yani eskilere göre tıp bir ilim olmak yanında bir kültür olarak da yaşamış ve bir sanat olarak herkesi hayran bırakmıştır. Nasıl ki Büyük Sanatkâr her eserine ayrı bir incelik gizlemiş!..

İskender pala-Zaman gazetesindeki köşesinden-alıntıdır...

11 Ocak 2009 Pazar

Kuran'ı kerim,sudeys'in okuyuşuyla

http://english.islamway.com/bindex.php?section=echapters&recitor_id=28

Öteler

Ta ötelerden bir ses
Yumuşak,bir o kadar derin
Gülüyor yüzüme rüzgar
Ve ağlıyor bir ağaç,yalnız.

Dönüyorum
Döndükçe göremiyorum
Çabalıyor,ağlıyorum
Üzerimden geçerken bir kuş

Karanlık bir gece
Tüm gizemiyle
İçiyorum içime
Susuyorum

Ta ötelerden bir ses
Yumuşak,bir o kadar derin
Gülüyor yüzüme rüzgar
Ve ağlıyor ağaç,yalnız.

4 Ocak 2009 Pazar

Herman Hesse'den

KİMSESİZ AKŞAM


Boş şişeyle bardakta.
Titremekte mum alevi;
Oda soğuk buz gibi.
Dışarda otlara yağmur yağmakta.

Yatıyorsun kısa bir zaman için
Üşüyerekten üzgün, yatağına.
Yine sabah olacak, akşam daha sonra,
Sabahlar, sabahlar gelecek tekrar,
Ama sen hiç gelmeyeceksin.