13 Ocak 2009 Salı

İnce bir insalık tanımı

Kelimelerin anlattığı kadarım.
Ne anlatırsam anlatayım, anladığın kadarım..."

Hekimliğe dair...

Tıp kelimesi sözlüklerde 'hastalıkları iyileştirme, onların sebep ve sonuçlarını araştırma ilmi, hekimlik' olarak tanımlanıyor.
Buna göre tıp bir bilim alanının adıdır ve daha ziyade hastalanan bünyeyi sağaltmayla alakadardır. Öte yandan kainatı kuşatan en ince sanat eserlerinin (canlı bünye) yine en ince verileri (yapısal özellik) üzerinde çalışmak açısından da bir sanat alanıdır. Yani sağlıklı bir bünyenin sağlıkla devamını sağlamak başlı başına bir sanat sayılır. Çünkü hastalanan bir bünyenin sağlığa kavuşturulmasından daha önemlisi, onu hiç hastalandırmayacak şekilde muhafaza edebilmektir.

Modern tıp işin bilim kısmıyla alakadardır. Oysa eski tıp kitapları sağlığın korunmasına öncelik vermişlerdi. Çünkü bedene isabet edecek bir ok veya kurşun yarasını iyileştirmekten daha önemlisi, ok veya kurşuna hedef olmayacak tedbirleri almaktır. İşte bu noktada, bütün varlığın sırlarını keşfedebilmek önemli sayılır. Eskilerin 'akakir' dedikleri eczacılık ilminde bitkilerin özelliklerini bilmek ne derece önemli idiyse kainat kitabını doğru okumak da o derece önemliydi. Bu yüzden eski tıp kitaplarının ilk bölümleri, kozmik olayların hastalıklarla irtibatı, sağlıklı beslenmenin doğru yolları, mineraller dünyası, bedenin tanınması ve -bütün bunlara rağmen eğer var ise- hastalığın teşhisi gibi konulara ayrılır ve bu genel bilgiler, sıradan insanların da irfanî kültürleri arasına katıştırılırdı. Eski tıbbın bu irfanî alanı, yaygın olarak bilinen ahlat-ı erbaa teorisi çevresinde gelişmiştir.

Ahlat-ı Erbaa, "bir şey ile karışan dört sıvı, dört hılt, dört halt" demek olup bedendeki sağlık dengesini düzenleyen "kan, balgam, safra ve sevda"dan oluşur. Buna seyyâlât-ı erbaa (dört akışkanlar) denildiği de vakidir. Her bir hılt insan vücudunda uzvi vazifeler görmektedir. Vazifelerini yaptıkları müddetçe kişinin mizacı dengelenip sağlıklı hali sürer. Ancak herhangi birinin diğeri üzerine galip gelmesi halinde emraz-ı cismaniye (hastalık) baş gösterir.

Geçen yüzyılın başlarına kadar pedagoji ve psikoloji ilimleri başta olmak üzere tıbbın bütün alanlarında, hastalığın teşhis ve tedavi usullerinin tespitinde ahlat-ı erbaa göz önünde tutulurmuş. O kadar ki şairler, her bir hıltın özelliklerini mazmunlar halinde kullanmışlardır. Ahlat-ı Erbaa hakkında en öne çıkan bilgiler şöyle sıralanabilir:

Kan: Dört unsurdan havayı ilgilendirir. Yeri karaciğerdir. Sıcak ve rutubetlidir. Rengi bulanır, kokusu bozulursa hastalıklı sayılır. Yağlı, tatlı ve kan yapıcı gıdalar çok yenildiğinde bünyede kan dengesi yükselir ve şiddetli baş ağrısı, tembellik, sersemlik kendini gösterir. Bu durumda ekşi meyve suları ve sirke gibi soğuk ve kuru tabiatlı gıdalar mücerreptir.

Balgam: Dört unsurdan suyu ilgilendirir. Yeri akciğerdir. Soğuk ve rutubetlidir. İştahsızlık, hazımsızlık, unutkanlık, sindirim yetmezliği, beniz sararması gibi hallerle kendini gösterir. Bu durumda bal, zencefil, mısır, karabiber gibi sıcak ve kuru tabiatlı gıdalar mücerreptir.

Safra: Dört unsurdan ateşi ilgilendirir. Yeri safra kesesidir. Sıcak ve kurudur. Safra dengesi arttığında gözlerde ve bünyede sararmalar olur, damak kurur. İnsanın içini huzursuzluk kaplar. Bu durumda şeker, arpa, salatalık, karpuz gibi soğuk ve rutubetli gıdalar mücerreptir.

Sevda: Dört unsurdan toprağı ilgilendirir. Yeri kalp ve dalaktır. Kuru ve soğuktur. Sevda bedensel bir rahatsızlıktan ziyade zihinsel ve ruhsal bir aşkınlık halidir. Mercimek, sığır eti, patlıcan, mısır, fasulye gibi kanın yanmasına yol açacak gıdalar sevdayı tetikler. Bedende durgunluk, uykusuzluk, vesvese, melankoli, düşünce bozukluğu gibi sapmalar başlar. Üzüm, zerdali, nergis, şeker kamışı, taze incir, kavun gibi sıcak ve rutubetli gıdalar mücerreptir.

Eskiler ahlat-ı erbaanın insan bedenindeki tezahürünü renk ile de ölçmüş ve bedendeki karalığı sevdaya, aklığı balgama, kızıllığı kana, sarılığı da safrana bağlamışlardır. Dikkat edilirse her hıltın mizacında sıcak veya soğuk, kuru veya rutubetli bir yapı mevcuttur ve bunların artması hastalığı getirmekte, tedavisi de ancak onun zıddı tabiat içeren bitkilerle olabilmektedir. Eskiler ısınanı soğutmuş, soğuyanı ısıtmış; kuruyanı rutubetlendirmekle, rutubetleneni de kurutarak tedavi uygulamışlar. Başarılı da olmuşlar üstelik. Yani eskilere göre tıp bir ilim olmak yanında bir kültür olarak da yaşamış ve bir sanat olarak herkesi hayran bırakmıştır. Nasıl ki Büyük Sanatkâr her eserine ayrı bir incelik gizlemiş!..

İskender pala-Zaman gazetesindeki köşesinden-alıntıdır...